EFSANE GERİ DÖNDÜ - Cengiz ÇANDAR

Fenerbahçe'nin şampiyonluğu ile Türkiye'de, özellikle İstanbul'da ve özellikle "Fenerbahçe'nin karargahı" Kadıköy'de öyle yer yerinden oynadı ki, bunu görmeyen bunun nasıl bir şey olduğunu anlatılsa da anlayamaz; yaşamayan hissedemez.

Galatasaray UEFA Şampiyonu olduğu vakit, yurtdışındaydım. Kutlamaları görememiştim. Onu gören ve 27 Mayıs pazar gecesi Fenerbahçe stadındaki muhteşem şöleni yanımda izleyen bir arkadaşımdan karşılaştırma yapmasını istedim. Omuz silkti. "Ben" dedi, "Fransa 1998'de Dünya Şampiyonu olduğunda Champs-Elysees'deydim. Fransa'da görülmemiş bir kutlama töreniydi. O bile bununla kıyaslanabilecek cinsten değildi…"

"Türkiye böyle gece yaşamadı." Bu, 26 Mayıs gecesine ilişkin ortak bir değerlendirmeydi. Türkiye'nin yaşamadığı gece, ertesi gece de tekrarlandı. Ne ekonomik kriz, ne Ankara siyaseti, ne geçim sıkıntısı, ne şu ne bu. Fenerbahçe…

Niçin? Çünkü: "Efsane geri döndü"!

Fenerbahçe'nin yılboyu şampiyonluğa ramak kalmışken, kendi sahasında bir başka şampiyonluk adayı Gaziantepspor'la oynadığı maçta ilk yarıyı 3-0 yenik bitirdikten sonra, bir "mucize" yaratarak oyunu 4-3 lehine çevirince, bir sonraki maçta Fenerbahçe tribünlerine kocaman bir sarı-lacivert pankart asıldı: "Efsane geri döndü".

Efsane yani Fenerbahçe… Dört yıldır piyasada gözükmeyen ve alanı ezeli rakibi Galatasaray'a bırakan, bıraktığı alanda Avrupa sahalarında Galatasaray'ın parlamasından bir garip burukluk duyan Fenerbahçe… Fenerbahçe, kendisinden "Fenerbahçe Cumhuriyeti" diye söz ettiren çok büyük bir camia. Türkiye'de kendi sektöründe öncülük yapmaya alışmış. Türkiye'nin dış dünyada ve üstelik başarılı temsiline öncülük yapamamış olmasından besbelli bir eziklik duyuyordu. Kendine ait rolü geri alabilmek için öncelikle Türkiye sınırları içinde şampiyon olması, UEFA Şampiyonu madalyasını takmış ezeli rakibini altetmesi gerekiyordu. Gaziantep maçının mucizevi geri dönüşü, bu amacını ele geçireceğini belli etti. O yüzden, Fenerbahçe'nin dünyanın hiçbir spor kulübüyle kıyaslanmayacak çapta ve tutkudaki taraftarı, pankartı asmıştı: "Efsane geri döndü"!

Şampiyonlukla "efsane"nin gerçekten "geri döndüğü" kanıtlanmış olduğu ve Türkiye'de bugüne dek görülmedik bir kitlesel infilak yaşandı. Fenerbahçe'nin öyle bir taraftarı var ki, dünyada hiçbir spor kulübünde olabilmesi mümkün değil. Türkiye'nin dünya birincisi olduğu bir alan varsa, o da Fenerbahçe taraftarlığının, dünyadaki tüm takım taraftarlarının önüne geçmiş olduğu gerçeği. Öyle ki, bu taraftarın sarı-lacivertli renklere tutkusunu, Fenerbahçe stadının yeni yapılan açık tribünlerine Galatasaray maçıyla birlikte astığı şu dev pankart açıklıyor:

"Bizim korkumuz ölmek değil; Seni yalnız bırakmak"! Sosyologların gözlerini açıp, altı ucu futbol diye dudak bükmeyi bir kenara bırakıp, "Fenerbahçe fenomeni"ni ciddi bir incelemeye almaları gerekiyor. Çünkü, Fenerbahçe, futboldan öteye bir şey. Ona ilişkin bu tutku ve Türkiye'nin şu kötü döneminde milyonların müthiş bir şenlik havasında onun uğrunda sokaklara dökülüvermesi, birbirlerini tanımayan binlerce, onbinlerce insanın bir barış ve dayanışma havasında eğlenebilmeleri ve mutluluk yaşamaları, sadece futbol ile açıklanabilecek bir hadise olamaz.

Fenerbahçe, bir semt kulübü değil, bir şehir kulübü değil, bir zümre kulübü değil. Galiba, enigmatik Türkiye insanının ortak paydalarını garip, anlaşılması ve çözülmesi zor biçimde içinde barındıran bir "anonim" hareket. Bir Türkiye futbol ligi şampiyonluğu İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Diyarbakır'da, Konya'da, Adana'da, Antalya'da kutlanırken, Moskova'daki Fenerbahçelilerin bulundukları Rus başkentinde coşmalarını, New York'ta konvoylar oluşturmalarını açıklayacak bir şey olmalı. Futbolun ötesinde bir şey. Diğer tüm takımlar, "çoğulculuk" ve "rekabet"in gereği. Onlar Türk takımları. Fenerbahçe'nin onlardan farkı, Türkiye'nin takımı olmasında. Türkiye kavramına ait nasıl bir "büyüklük duygusu", ne gibi bir "iddia", ne tür bir azgın "enerji" varsa; bunların hepsi Fenerbahçe'de mevcut. Sınıfları, farklı gelir gruplarını yatay kesen bir şey bu. Buralı olmakla ilgili…

Bunu kendimden biliyorum. Gaziantepspor ve Galatasaray karşısındaki unutulmaz maçlarda staddaki yerimi almıştım. Hatta Antep karşısında takım ilk yarıyı 3-0 yenik kapadıktan sonra bile, inancımı nedeni anlaşılmaz biçimde tümüyle yitirmemiş ve ilk devre oturduğum koltuğun "uğursuz" olabileceğini hükmederek, tribünün en önlerinde eski "uğurlu" mevzilerimden birine, sahaya daha yakın bir konumu geçmiştim. Sanki "hücum"a ben de katılacaktım. Oyun 4-3 olduktan sonra heyecanımı yenemeyip, son iki dakikayı ayakta ve bir basamak geride dikilerek seyretmek istedim. Arkamdan bir el bastırdı; "Yerine otur Cengiz abi" dedi, "gözünü seveyim uğur bozulmasın…" Bozulmadı. Bursaspor maçında staddaki yerini alamayacağım için kahrolmuştum. Maçı Washington'da, Türkiye'nin yakın geleceğinde siyasette adının duyulması muhtemel bir diplomat arkadaşımın evinde izledim. Eve ayak bastığımda salona sarı-lacivertli bayraklar asılmış, evin küçük canavarları formalarıyla yerlerini almışlardı. Maçı, televizyon ekranından, tribündeki açıma uygun bir konumda seyrettim. Fenerbahçe'nin muhteşem seyircisiyle birlikte, sanki staddaymışım gibi tempo tuttum. Revivo'nun harika gollerinde çocukların, diplomat dostumun ve benim aramdaki yaş ve meslek farkları silindi.

Fenerbahçe, bir aşktır ve o yüzden irrasyoneldir.

Böyle olmasa, New York-İstanbul uçağından iner inmez, gözlerim uykusuzluk ve yorgunluktan akarken maçı izlemeye ve ardından Bağdat Caddesi'ne sabahın erken saatlerine dek, yüksek ve giderek yükselen bir adrenalinle ne koşturabilirdi? Hızımı alamayıp, Fenerbahçe stadındaki kutlamalarda dipdiri bir şekilde saatlerce nasıl dikilip, haykırabilirdim?

Efsaneye kapılanlardan biriyim.

Efsane geri döndü.